| |||||||||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
Asılı Kalan Hayatlar19 Mart 2012, 04:05 Özer YILMAZ 1954 Artvin doğumlu Nazım Sılacı'nın "Asılı Kalan Hayatlar"ı Penta Yayınlarından çıkan anılar örgüsü. Okuyucuya acı veren, acının yanı sıra daha çok da direnç veren bu etkili eser keşke yazılmasaydı, dedirtiyor okuyucuya. Bu haksız, yoğun yaşatılan acılar yaşatılmasaydı; eser de yazılmasaydı. Madem yaşatıldı, öyleyse okuyucu eserin devamını bekliyor. Yüksel BAYSALİdamdan dönen adamın kitabı
Siyasetin, seçimin bütün köşeleri işgal ettiği bir dönemde, fırsat buldukça kitaplardan söz etmeye çalışıyorum. Büyükşehir Belediyesi’nin Bursa Araştırmaları Merkezi eliyle yayınladığı yapıtların ikisinden söz etmiştim. 20 yüzyıla daha ayak basmadan bu kenti okudum her iki yapıtta… “1896 Baharında Bursa” ile “Bursa Hatırası” kitapları, kentin güzelliklerini o günün gözüyle anlatıyordu. *** Bugün size farklı bir yapıttan söz edeceğim. Penta yayınlarından çıkan Nazım Sılacı’nın “Asılı Kalan Hayatlar” adlı kitabından… Bir solukta okuyup bitirdiğim, 12 Eylül faşizmini en ağır şekilde yaşamış, onun acılarını birebir yansıtan bir yaşam öyküsü… *** 1959 Artvin Borkça doğumlu olan Nazım Sılacı, 14 yıl süren hapis yaşamının bir kısmını öyküleştirmiş… Mamak cehenneminde, Sinop zindanlarında, Gölcük Askeri Cezaevi’nde geçen uzun yıllar… İdam cezası aldığı için her an ipin boynuna geçebileceği düşünülerek yaşanılan bir dönem… Her günü,”Bu geceyi de koparıp almak üzereyiz azgın faşizmin dişleri arasından. Ölüm bugün de uzak tuttu ellerini boynumuzdan” diyerek gün ışıdıktan sonra yatağa girilen günler… İşkence, dayak, her türlü şiddet kitabın her satırına sinmiş gibi… Okurken, yirmili yaşlarda siyasete karışmış insanlara reva görülen muameleyi gördükçe, insanlığınızdan utanacaksınız. *** Nazım Sılacı’nın kitabını okurken hep düşündüm, 28 Şubat döneminde “zülüm gördük” diyenlere bu yapıtı okutmak lazım. Zülüm nedir, insanoğlunun insanlıktan çıktığı, çıkarıldığı durumlar nasıl yaratılır, bunun yanıtını sözünü ettiğim kitapta bulmak mümkün… *** ÖDP’de siyaset yaparken tanıdığım Sılacı’nın 12 Eylül öncesinde yaşadığı Bursa’dan, buradaki mücadeleden de söz ediyor. Bursa Emniyeti ve cezaevinde de kalıyor Nazım Sılacı… 12 Eylül öncesinde bir yıl, sonrasında idam mahkumu olarak daha az… *** Kitap çok güzel kaleme alınmış… Roman kurgusu gibi geri dönüşler var… Bir Gölcük’te görüyorsunuz kendinizi, bir Murgul’a Nazım’ın çocukluğuna dönüyorsunuz. Arada Mamak cehenneminden enstantaneler var en vahşi şekilde… Gölcük’e yolunuz düşüyor, sonra Nazım, bir süre mesken olan Sinop zindanını adeta yaşatıyor size… Yaşam öyküsü bir kronoloji gibi olsaydı, eminim bu kadar etkili olmazdı. Yaşamı roman olanların, roman gibi kurgu yapması şık durmuş… *** Tanıdık insanlar da var kitapta... 12 Eylül’ün zulüm hanelerinde birçok insanı savunmuş olan Yahya Şimşek… Bugün de Ergenekon zulmüne karşı yine Avukat Yahya Şimşek’i savunman olarak mahkemelerde görüyoruz. Dr. Bülent Aslanhan, Necati Kartal Gölcük cezaevinde birlikte yattıkları insanların ismini görünce, bizim kuşağın önde gelenlerinin bir çoğunun bu tezgahlardan geçtiğini anlıyorsunuz bir kez daha… *** Kitap Sinop Cezaevi’nden Çanakkale’ye doğru yol alırken bitiyor. Oysa ondan sonra da çok kalıyor mahpushanede Nazım Sılacı… Keşke orada yaşadıklarını da kaleme alıp, öyküyü cezaevinde çıkış anına kadar götürseydi. Bitmemiş bir filmin sonu gibi oldu kitabın da sonu… Umarım, bir sonraki baskıda yaşadığı diğer süreci de, yapıtın sonuna birkaç bölüm halinde ekler. Mamak Cehenneminden… “Mamak kapısından koğuşa tam 7 saatte ulaşabilmiştik. Her kapısı barikatlarla güçlendirilmişti. Bir cephedeydik sanki. Oraları geçerken vatan sevgisiyle coşmuş askerler ellerindeki copları Allah verdi demeden rastgele bedenimize indiriyorlardı. Bir de bekletildiğimiz istasyonlar vardı. Orada daha uzun sürüyordu dayak faslı.” *** “Akşam sayımında tıpkı bir asker gibi koşar adım dışarı çıktık. Koyun gibi sayıldık. Temiz bir dayak yiyip yine koşar adım koğuşumuza döndük. Hemen yattım, ağrılar içindeki bedenimi uyutmaya çalıştım. Sabahki sayımda da dayak vardı. Ondan payımızı alıp tekrar koğuşa.” *** Kırk gündür Emniyet’te kalıp kokan Nazım Sılacı’nın anlattığı Mamak’taki banyo sahnesi gerçekten ancak filmler bu kadar korkunç bir durum olabilir diye düşünülebilir. “Askerler koridorda yıkanmak için bekleyenleri önce iki saat boyunca askeri eğitime alıyorlar. Ardından uzun süren ağır bir dayağa. Eğitim faslı bittikten sonra hamama girdik. Elbiselerimizle içi soğuk su dolu kurnalara oturttular. Sonra duşları açtılar. Akan su buz gibi Ekim sonlarındayız. Donuyoruz. Lanet olsun yaptıracakları banyoya. Askerler iyice ıslandığımıza emin olduktan sonra yere yatırdılar hepimizi. Islak bedenlerimize yağmur gibi coplar inmeye başladı. Kilolu askerler sırtımıza binip hareket etmemizi engelliyordu. Yandım ana babam feryatları, korkunç iniltiler hamamda yankılanıp koridorlara taşıyordu. Sesler insan sesi değildi artık, yaralı birer hayvan çığlığıydı.” Nazım Sılacı’nın “Asılı Kalan Hayatlar”ı1954 Artvin doğumlu Nazım Sılacı’nın ‘Asılı Kalan Hayatlar’ı Penta Yayınlarından çıkan anılar örgüsü. Okuyucuya acı veren, acının yanı sıra daha çok da direnç veren bu etkili eser keşke yazılmasaydı, dedirtiyor okuyucuya. Bu haksız, yoğun yaşatılan acılar yaşatılmasaydı; eser de yazılmasaydı. Madem yaşatıldı, öyleyse okuyucu eserin devamını bekliyor. Kitabı okurken ilmek boğazınızı sıkıyor… Nazım Sılacı’nın anılarından oluşan “Asılı Kalan Hayatlar” adlı kitabı için ‘bir solukta okuyorsunuz’ sözünü kullanamayacağım. Anlatımı mı akıcı değil? Yo, anlatımı oldukça akıcı. Son derece rahat yazılmış, konuşurcasına… Derdimiz ne, niye bir solukta okuyamıyoruz? Mamak işkence hanesinde buz gibi suyla ıslanıyorsunuz Nazım’la birlikte. Sırtınıza gardiyanlar çıkıyor. Coplanıyorsunuz öldüresiye, yıkanacağım zannıyla geldiğiniz hamamdan morararak çıkıyorsunuz. Ekmeği dişlediğinizde, dilinizde akrep kayganlığını hissederek ekmek yiyemez oluyorsunuz. Koca farelerle bakışıyor, itişiyor, savaşıyorsunuz. Ana babaya, kardeş yeğene, arkadaşa, mektup puluna, salçaya özlem duyuyorsunuz. Ölüm oruçlarında Nazım’ın gördüğü yemekli rüyaları görüyorsunuz. Nazım’la birlikte öğürüyorsunuz. Gözleriniz kararıyor, açlıktan ufalıyorsunuz. Ölümlere gidip gelirken, işkencecilere karşı devleşiyorsunuz. Sinop işkence hanesinde iliklerinize kadar üşüyorsunuz. Buradan artık çıkamam, derken Sabahattin Ali’nin devrimci, direngen sesine tutunuyorsunuz. 14 yıl darağacında sallanıyorsunuz. Darağacında sallanırken de en ağırından işkencelerden geçiriliyorsunuz. Nazım’la birlikte özeleştirinizi yapmaya gayret ediyorsunuz; ama Nazım kadar açık yürekli olamıyorsunuz. Tüm bunlar, bir onurlu yaşamın, bir onursuz düzeni sorgulamanıza yol açıyor. Kendinizi sorgulamanıza yol açıyor. Bir solukta okumanız imkânsızlaşıyor. Bunca yük, insanlık suçundan oluşan yük, ağır geliyor. Soluğunuzu kesiyor. Durup durup derin soluklar almanızı gerektiriyor. İşte Nazım Sılacı’nın Asılı Kalan Hayatlar adlı kitabından soluğunuzu kesecek, göğüs kafesinize ciğerlerinizi sığmaz edecek birkaç paragraf: “Havalandırma dönüşünde mazgalıma bırakılmış ekmeği aldım. Kesecek bir şey olmadığı için ısırarak yiyorum. Birkaç parça ısırdım. Ağzımda bir kayganlık hissi… Tükürdüm hemen. Yere düşen ekmek parçacıklarının içinde kımıldanıp duran akrebi gördüm. Kan beynime sıçradı. Ekmeği fırlatıp attım. Kapıyı, ayağımın acımasına aldırış etmeden tekmelemeye başladım. Beni, akreplerle, karıncalarla delirtmeye çalışıyorlar. Bir de yanımda yöremde kimseyi bırakmadılar. Hayvanların saldırılarını belki göğüsleyebilirim; ama ya yalnızlık… Onunla nasıl baş edeceğim?” “Sahi, devrimcilik niye hep ciddi olmaktı? Niye maskelerle yaşamak zorundaydı devrimci? Böyle olacağız diye hayatı doyasıya yaşayamamıştık. Dostça kucaklaşamamıştık. Cevdet Astsubayın içinden gelmiş. Bir akşam dedi ki: -Çıkın biraz bahçeye. Yürüyün. Mehtabı seyredin. İdamlıklar, bu romantik teklifi ‘ Bunlar, burjuvazinin söylemleri.’ diye reddetmedi tabi. Sevinçle dışarı çıktık. Hücre duvarının dibinde sarı kırmızı çiçekler açmış. Dışarıdayken ütopik güzellikler adına her an gözümüzün önünde olan güzellikleri göremediğimizi düşündüm. Ertesi gün havalandırmaya çıktığımızda çiçekler yoktu. Ben, devrimci Nazım… Duvarın dibinde bitmiş çiçeklerin yok olmasından büyük üzüntü duyuyorum. Gülerler adama. Bizden önce kızlar çıkmıştı ya, mutlaka onlar koparmıştır diye geçirdim aklımdan. Hemen kızlar koğuşunun penceresine gittim. Onlar, biz havalandırmaya çıkınca iki çift laf etmek için pencerede beklerdi. - Ayşe, çiçekleri kim kopardı? Ayıp valla, insan hiç olmazsa bir iki tane bırakırdı. - Ne çiçeği? - Duvarın dibindekileri. Dün akşam ordaydılar. Şimdi yoklar. - Sus. Allah cezanı vermesin. Başka kimseye sorma bunu. Rezil olursun. Akşam sefası onlar. Akşam olunca yine açarlar. Cahilliğimden utandım. Sustum. Çiçeklerle uğraşacak vaktimiz mi vardı bizim? Devrim yapacaktık ya.” “Bir tarafta ölüm oruçlarında giden canlar, bir tarafta Diyarbakır’da zulme dur demek için kendini yakanlar. İsyanımız ayakta. Gazeteler, moral bozucu haberlerle dolu. İnsanın hiçbir şey yapası gelmiyor. Bunca zulüm ve acılara duyarsız toplum. Böylesi eylem tarzını çok doğru bulmasam da alkışlıyorum. İnsanın, doğru bulduğu tarzın hakkını vermesi gerekiyor. Ölenler de bunu yapıyor zaten. Bardağı taşıran son bir damla. Yapanların bir hesabı vardır mutlaka. Diyarbakır’la Metris’i aynı kefeye koymuyorum, eylemi de.” “İnsani duygularımızı yitiriyor muyduk biz? Necdet Adalı, Veysel Güney, Hıdır Aslan, İlyas Has, Mustafa Özenç ve Ramazanlar asıldığı zaman ortalığı ayağa kaldıran biz; karşıt görüşten Mustafa Pehlivan asıldığında içten içe sevinerek ‘oh olsun’ diyorduk. Bizden birine yapılan işkenceleri kınarken diğerlerine yapılanlar karşısında neden sevinç duyuyorduk? İnsan olan sadece bizdik sanki. Kim olduğuna bakmadan, faşizmin mağdur ettiği, insana yönelik her uygulamanın karşısında durmamız gerekiyordu. Bırak sosyalist olmayı, insan olmanın gereğiydi bu. Ne yazık ki sınıfta kaldık, birçok derste olduğu gibi. Düşlediğimiz düzen kurulduğunda bizim gibi düşünmeyenleri yok edeceksek, o dünyanın şimdikinden ne farkı olacaktı ki? Gözlüğünü çıkarmak lazım. Kafamıza sarılacak ıslak deve derisine karşı mücadele etmek gerekecek asıl.” 1954 Artvin doğumlu Nazım Sılacı’nın ‘Asılı Kalan Hayatlar’ı Penta Yayınlarından çıkan anılar örgüsü. Okuyucuya acı veren, acının yanı sıra daha çok da direnç veren bu etkili eser keşke yazılmasaydı, dedirtiyor okuyucuya. Bu haksız, yoğun yaşatılan acılar yaşatılmasaydı; eser de yazılmasaydı. Madem yaşatıldı, öyleyse okuyucu eserin devamını bekliyor. Sultan KILIÇ / Malatya Bu haber 3572 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |